Küçükken eve misafir gelince çok mutlu olurdum, çünkü ev kalabalık olurdu. Gelenler başka hayatların başka insanlarıydı. Aslında gelenlerin neredeyse büyük bir kısmı aynı sokağın, aynı sokağın olmayanlar da en çok aşağı ve yukarı mahallelerin insanları, yani semt komşularımız olurdu. Hepsi aynı mahallede yaşayan insanlar olsalar da, ayrı evlerde ayrı hikayelere, ayrı yaşanmışlıklara sahiplerdi. Bunu çok küçük yaşta fark edebilmiş olmak bana verilmiş bir lütuftu kesinlikle çünkü çok mutlu oluyordum başka insanları ve başka insanların hikayelerine dahil olup onları daha yakından tanıdıkça. Onlar gelmeden yapılan hazırlıklar, pastalar börekler, özenle seçilen ve dikkatle serilen allı güllü masa örtüleri, sağını solunu hafiften yumruklayıp puflaştırılan minderler ve daha neler neler. Hepsi ağırlama içindi, evet evimize geleni layıkıyla ağırlamak, ona kendisini iyi hissettirmek içindi yaptığımız her şey. Elbette bu gayretin içersinde mutlaka biz de başka evlere misafir olarak gittiğimizde kendimizi iyi hissetmek, bize de benzer şekilde ilgiyle davranıldığını görmek için yapılan bir faydacılık vardır ama bunu belki o yıllarda belki de o yılların insanlarının daha paylaşımcı ve içten olmasından ötürü çok riyaya bezeli kötü bir davranışmış gibi göremiyorum. Çünkü o zamanları yaşayanlar biliyordur ki yapılan her şey bugünlerden çok daha naif ve samimiydi. Aynı ağırlama hallerinde olduğu gibi, kendi içinde ayrı bir adabı ve edebi vardı insanlar arasında kurulan iletişimlerin. Belki de hayatımın orta yerinde Edebiyat kavramının sarsılmaz şekilde yer alıyor olması buralarda ve bu zamanlarda köklenmiştir. Çünkü Edebiyat sözcüğü edeb teriminden türemiştir ve görgü, terbiye, konuk ağırlama adabı, yaşam tarzına ilişkin hikaye ve gözlemlerden oluşan gibi çeşitli anlamlara geliyor. Kelimelerin etimolojik durumları şimdi burada senin ve benim meselem değil lakin arınma adına bu durakta biraz durup dinlenmemizin ve biraz birbirimizi burada ağırlayarak soluklanmamızın yarar sağlayacağını düşünüyorum. Ama bu olurken hepten susmayacağız merak etme. Küçükken eve gelen misafirle başladık madem, o halde yine küçükken, çocuk olduğum yıllarda Edebiyat’a olan ilgimden ötürü kalemiyle tanıştığım birkaç insandan bahsedeyim. Bahsedeyim ki onlar da gittikleri yerde bizler tarafından unutulduklarını düşünüp kendilerini yalnız hissetmesinler. Çünkü maazallah yalnız hissetmek büyük sıkıntıdır, dev bir girdaptır tüm insanlar için. Ne oldu? Niye öyle bakıyorsun bana? Elinde tuttuğun kitabın bir kişisel gelişim kitabı olduğunu ve “bu türdeki bir kitabın içinde Edebiyatın ne işi var şimdi?” gibi düşünceler mi geçiriyorsun içinden? Yapma. Böyle düşünme demiyorum, düşün, zihin senin zihnin ama böyle yaparak kendi zamanına yazık edersin, bir önceki sayfada ne konuştuk seninle hatırla lütfen; “ben öyle uygun gördüm” demiştik. Hatırladın değil mi? İşte görmüyor musun bu da benim kaleme aldığım bir kitap, benim biriktirdiklerim ve karşımda benim düşüncelerimi öğrenmek için bana kıymetli ömründen zaman ayıran, sırf bundan ötürü bile çok değer verdiğim birisi, yani sen varsın. Şimdi ben öyle uygun gördüm ve düşüncelerimi sana Edebiyat aracılığıyla, onun harikulade zenginliğiyle anlatmak istiyorum, çünkü böyle olunca ruhumun daha çok ve daha kuvvetli nefes aldığını hissediyorum. Edebiyat, sanat ve genel olarak insanlar üstüne düşünmek bana her zaman kendimi harika hissettiriyor. Burada okuyacakların sona erince sen de öyle yapacaksın, birçok şey sadece senin uygun gördüğün gibi olacak, olmalı da zaten çünkü Katarsis, bomboş beyaz bir sayfanın ortasında tek bir beylik cümlenin, bir düşünürün, bir başka yazarın yada filozofun kıymetli aforizmasının sosyal medyadaki basit bir post paylaşımı veya ışıklı tabela gibi sadece bir anlık dikkatini çekmek için yazıldığı, sana woooow dedirtmenin peşinde olan, okuyanın zamanına saygısı olmayan ve duyar kasan bir kitap değil ne mutlu ki. Hem biliyor musun, Edebiyat ilgiyle okuyana kamaş kamaş ışıklar saçan metinleriyle, adı ömür olan karanlık bir denizde gideceği yolu gösteren ve yaşam gemilerimizi karaya oturtmaktan koruyan büyük bir deniz feneridir aslında. Evet, nerede kalmıştık, Edebiyat diyorduk. Keşke hep Edebiyat desek, müzik desek, resim desek, tarih desek. Çünkü bu çağın insanı bunları söylemek, bunlarla hemhal olmak yerine gereğinden fazla savaşlar, aldatılmalar, kandırılmalar, buhranlar dedi ve demeye devam ediyor maalesef.
Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’i (Gabo) sever misiniz bilmiyorum, ben çok severim. Yüzyıllık Yalnızlık, Şer Saati, Kolera Günlerinde Aşk, Kırmızı Pazartesi severek okuduğum eserlerinden sadece bazılarıdır. Ama Yüzyıllık Yalnızlık’ın bendeki yeri hepsine göre daha ayrıdır. Kitabın kendisi kadar, yazılmaya başlamadan önce yazarın geçirdiği yazma süreci ve kitabın basılmaya giderken geçirdiği süreçler birçok farklı öğreti bırakıyor dikkatli bakanların kucağına.
"Yüzyıllık Yalnızlık'ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen, adları bir örnek, bir yığın hısım akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı iki yıldan daha kısa bir sürede yazdım. Ama yazı makinemin başına oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş, on altı yılımı aldı. Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım. Bu romanı büyük bir dikkat ve keyifle okuyan, hiç şaşırmayan sıradan insanlar tanıdım. Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan bir şey anlatmamıştım. Kitaplarımda gerçekliğe dayanmayan tek cümle bulamazsınız" diyor Gabo.
Sanıyorum Gabo’nun kaleminden bir yazar olarak değil, herkes gibi bir okur olarak bana da geçen en değerli nüans budur; “gerçeklik.” Çünkü bugünün insanları olarak tarihte ne kadar da ileri gitsek, zamanda yol aldıkça azalan ve hepimizin hayatından eksilen en önemli kayıplarımızın başında gerçekliklerden uzaklaşmalarımız geliyor. Daha da kötüsü gerçeklik yerini daha az gerçekliğe bırakmıyor, artık hemen hemen birçok konuda köklere inemiyor, yüzeyde kalıyoruz ve dolayısıyla büyük yapaylıklara maruz kalıyoruz. İşte bu tam bir kabus!
Gabo’nun ilk kez 1967’de yayımlanan ve kendisine 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülü kazandıran Yüzyıllık Yalnızlık kitabı, bana göre Dünya Edebiyat tarihinin en değerli 20 kitabından bir tanesidir. Ancak bu kitap, içeriğinin değerli olması kadar, yine benim için bir başka özel değere daha sahip. İnsan hayatı boyunca yanında ailesi, akrabaları, sevdikleri, arkadaşları gibi çeşitli topluluklarla birlikte yaşar. Ve bu insanlarla birlikte geçireceği uzun zamanlar, bireyin kendisinin bazen büyük kazançlar elde etmesine, bazense büyük kayıplar yaşamasına zemin hazırlar. İnsan ileriye doğru adım atarken ve yeni bir girişimde bulunurken bazı imkanlardan yoksun olabilir ve bu çok doğal bir durum. Bana göre insanın başına dert açacak, kendisine çelme takacak asıl ve en büyük yoksunluk; etrafında ona inanmayan, başaramayacağını düşünen ve bu düşüncesiyle insana negatif enerji veren insanların sayısının sayıca çok fazla olmasıdır.
Kolombiyalı yazar Gabo’nun da yazmaya başladığı yıllarda bundan, yani etrafında kendine inanmayan insanların sayıca fazla olmasından çekmişliği çoktur. Hatta en yakınım dedikleri, ailesi, ömrünü paylaştığı eşi Mercedes Barcha dahi kimi zamanlar Gabo’ya ve ürettiklerine karamsarlıkla bakmıştır. Yüzyıllık Yalnızlık'ın baskıya veriliş hikayesi de oldukça ilginçtir. Büyük bir yokluk içinde yayınevine kitabını göndermek isteyen Gabo, postanede kargo parası yetmeyince kitabı ikiye bölüyor, Gabo’nun kendi ağzından hikaye şöyledir; ”Kitabı bitirdiğim gün Mercedes’le postaneye gittik. Yedi yüz sayfaydı. Alıp tarttılar. Meksika’dan Arjantin’e göndermek 83 peso tutuyor dediler. Mercedes ‘sadece 45 pesomuz var’ dedi. ‘Orası kolay’ deyip kitabı ortadan ikiye böldüm. Çalışana ‘al bunu 45 pesoluk tart’ dedim. Et keser gibi kese kese 45 pesoluk tarttılar. 45 peso gelen kısmını sarıp sarmaladım. Gönderdikten sonra da kalanını geri aldık. Eve gidince Mercedes rehine verebileceğimiz son şeyleri çıkardı. Yazarken kullandığım ısıtıcıyı çıkardı ‘o olmaz’ dedim, çünkü her ortamda yazabilirim ama soğuk olmayacak. Saç kurutma makinesini, bir de blenderi. Çocuklara meyve suyu yapmak için falan kullanıyordu blenderi, çocuklar epey büyüdüğü için artık çok ihtiyacımız kalmamıştı. Mercedes bunları alıp rehin için Monte de Piedad’a gidince kendisine 50 peso kadar vermişler. Sonra kalkıp romanın geri kalanıyla postaneye geri gittik. Alıp tarttılar. ’48 peso tutuyor’ dediler. Mercedes de 50 pesoyu uzattı. Para üzeri iki peso verdiler. Postaneden çıktığımızda bir de bakarım ki, Mercedes sinirden kızarıp bozarmıştı ve bana dönüp ‘geriye bir tek romanın kötü çıkması kalıyor’ dedi…”
Bayan Mercedes’in endişesini anlayışla karşılayabiliyorum ancak düşünsenize, eğer o gün Gabo eşinin verdiği tepkiyle eserini postalamaktan vazgeçseydi ne olurdu? Bunu elbette bilemeyiz lakin Dünya Edebiyat tarihi adına önemli bir eksiklik olurdu buna emin olabiliriz. Ama asıl kişisel olarak Gabo’nun penceresinden olaya tekrar bakarsak bu durumun büyük bir yıkım olacağı kesin. Belki de bir daha hiçbir zaman yazmak için içinde istek duymayacaktı. Peki sizce bugün çoklu imkansızlıklar ve daha kötüsü kendisine inanmayan “en yakınlarım” dediklerinin arkasında durmayıp, manevi desteğini esirgediği için gitar çalmayı, resim yapmayı, şarkı söylemeyi, tiyatro yapmayı yada bilimsel araştırmalar yapmayı bırakan kaç yüz bin yada kaç milyon insan, belki de daha doğru tanımalamak gerekirse Dünyada kaç milyon kayıp yetenek vardır? Gabo’nun Nobel ödüllü eserini uzun yıllar önce okumuştum ve beğenmiştim, bugün henüz okumamış olan herkese okumalarını tavsiye ediyorum. En az esere yakıştığı kadar, keşke hiç yakışmasaydı ben de benzetmeseydim dediğim ve belirtmem gereken, sizi daha çok ilgilendiren husus ise; bazı özel insanların ruhlarından gelen benzersiz sesleri ve üretmeye dair içlerinde taşıdıkları heyecanı sırf etraflarında kendilerine destek değil de köstek olan insanların sayıca daha fazla olmasından dolayı duymazdan gelmeleri ve hayatın üzerine imzalarını atmaktan vazgeçmelerine çok üzülüyor olduğumdur. Kim bilir destek olunmadığı için hangi seslerden, hangi eserlerden, hangi buluşlardan mahrum kaldık ve kalmaya devam ediyor Dünya? Kim bilir kimlere manevi olarak destek olmamız gerekirken, olmadığımız için kendi karanlıklarına terk ettik onları? İnsan arınmak için vicdanında yük biriktirmekten olabildiğince uzak durmalı. Çünkü aksi bir durumda hemen yanıbaşımızda duran bir insan hayatının, kurulan hayallerin tükenişini görmek ve gördüklerimizin bu halde olmasında bizim de payımız olduğunu bilmek çok ağır bir vicdan yüküne dönüşüyor. İşte bence asıl yüzyıllık yalnızlıklar, böylesine ağır yükleri ruhumuzun üzerine yükledikçe başlıyor ve insanı içinde yaşadığı toplumdan günden güne uzaklaştırıyor.
Hadi biraz da kendi coğrafyamızda, bizim toprağımızın acısıyla, sevinciyle yoğrulmuş başka insanların hamurlarının şekil almalarına bakarak yola devam edelim. Mesela yazdıklarıyla kendi ve kendisinden gelen dönemi etkilemiş, hatta çocuk yaşlarda kitaplarını okuyanları ilerleyen yıllarda “çocukken okumamam gerekirdi ve “iyi ki çocukken okumuşum” şeklinde iki ayrı gruba bölmüş bir yazar, Kemalettin Tuğcu kendi yalnızlığının üstüne çekilen perdesini, yazarak aralığını söylemiştir her zaman. “Ben doğar doğmaz iki ayağımın da bükük olduğunu görmüşler. Hemen o zamanki büyük çıkrıkçı olan Şahnazal’a gösterelim çocuğu diyip getirmişler. Şahnazal ayaklarımı tahta parçalarıyla sarmış, düzeltmiş. ‘Bağırmasına, ağlamasına kulak asmayın, 20 gün böyle kalsın’ demiş. O gittikten sonra ben feryadı basmışım tabii. Benim bu halim peder beye de acı vermiş, çözdürmüş ayaklarımı. Ayaklarım eski haline gelmiş, acım dinmiş ve uyumuşum. İşte babamın benim acıyla bağrışıma gösterdiği bu merhamet, beni bütün ömrümce sakat bıraktı. Yaşadığım şeyleri, yalnızlıkta hayal ettiklerimi yazmaya başladım. Evvela büyük romanlardan başladım. Onları yazar yazar sonra yakardım her sene sonunda. Efendim ben yazdıklarımla insanları ağlatmak istemedim fakat benim belki içim ağlıyordu. Çünkü ben tamamen mahrumdum, ne mektep, medrese görmüş, ne arkadaşı olmuş bir insanım. Beni Kemalettin Tuğcu yapan bu yalnızlıktır, bu ıstıraptır. Elimde bir okul diploması olsaydı, ben bir yerde memur olur kalırdım bence. Bir masada ihtiyarlar, sonra bir köşeye atılırdım, kimse beni tanımazdı. Bu hastalık gibi gelen yazı yazma ihtiyacı beni kurtardı.”
Evet, Tuğcu’nun onlarca kitabını ben de okudum, hem de orta ve lise çağlarımda okudum. Bende bir travma yaratmadı ancak yaşatmış olanlar varsa durumlarını anlayışla karşılıyor ve saygı duyuyorum. Lakin ne ilginçtir ki günümüzde Brezilyalı yazar José Mauro de Vasconcelos'un, kendi yaşam kesitlerinden yola çıkarak yazdığı Şeker Portakalı'nı ülkemizde yediden yetmişe neredeyse kitap seven herkes severek okumuş ve özellikle ebeveynler diğer ebeveynlere de çocuklarına mutlaka okutmalarını tavsiye etmektedirler. Zor bir çocukluk geçiren çocuk bu coğrafyadan olmayınca acı biraz tatlanıyor mu acaba, bilemedim, bunun değerlendirmesini ve konuya dair toplumsal bir eleştiri yapmayı da yapmamayı da size bırakıyorum. Konu yalnızlığa, bir de Edebiyat’a gelmişse benim için yalnızlığı içselleştiren ve toplumsal yalnızlıkları bazen ilmik ilmik kendi üstünden, bazen dağdaki çobandan ve köydeki ağanın zulmünden kaçan insanlardan, bazen de şehirdeki işçilerin hikayesine ve daha nice ayrı insanla anlatan ve bunu bu güzel toprağın farklı folklörüyle yapmayı başaran büyük usta Yaşar Kemal’i de Yalnızlık şiiriyle anmazsam kendimi kötü hissederim;
Kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerdesin.
Su olsan kimse içmez,
yol olsan kimse geçmez,
elin adamı ne anlar senden?
Çıkarsın bir dağ başına,
bir ağaç bulursun,
tellersin pullarsın Gelin eylersin.
Bir de bulutları görürsün,
bir de bulutları görürsün,
bir de bulutları görürsün.
Köpürmüş gelen bulutları.
Başka ne gelir elden?
Çın çın ötüyor yüreğimin kökünde
şu Dünyanın ıssızlığı.
Allah kimsenin başına vermesin
böyle bir yalnızlığı!
Uzun yıllar önce yazılmış satırların veya yapılmış tasvirlerin asırlar sonra his ve düşünce anlamında güncelliğini koruması, örneğin komik olan bir anekdotun uzun bir aradan sonra tekrar anlatıldığında yine güldürmesi veya acısı içinden taşan bir tümcenin tekrar okunduğunda omuzlarınıza görünmeyen ellerle basılıyormuşçasına sizi yerinize mıhlaması ve yeniden ağlatması tastamam anlatının salt gerçekliğinden, yaşanmışlıktaki hakikatten kaynaklanıyor.
Böyle çeşitli ızdıraplara bulanmış, acısı çayın demi gibi dibe çökmüş, hayatın onlarca açık ve güzel rengi varken bütün koyu renkli bahtsızlıkları mıknatıs misali üzerinde toplamış bir şekilde yaşanmış insan hayatları iyi ki varmış, başkalarına da yeni pencereler açmış, farklı bakış açıları kazandırmış demeyi de pek istemiyorum çünkü bunları yaşamış insanları ve hissedip yazdıklarını okumak, insan doğup insan kalabilene okuduktan sonra akılda kalan kısmıyla bile uzun ömür zamanları büyük sancı olup kalıyor. Aynı Yaşar Kemal; “Ben çok bela görmüş adamım. Bir tane, iki tane, üç tane yada on tanesi çok beterdi diyemem, yalnız camiden çıkarken babamın gözümün önünde öldürülmesi çok sarstı beni. O gün 4,5 yaşındaydım, anam sırtına almıştı beni, sabaha kadar ‘yüreğim yanıyor’ diye bağırdım. Ve sabah uyandığımda konuşamaz olmuştum… 12 yaşına kadar doğru düzgün konuşamadım, hep kekeme kaldım. Galiba şimdi onun acısını çıkarıyorum, görüyor musun nasıl konuşuyorum (gülümsüyor) En büyük acı bu oldu benim için o yıllarda. Babam öldükten sonra bizim orada adetmiş, anam amcamla evlendi. Annemin amcamdan üç çocuğu oldu, üçü de öldü. Bir tane de babamdan vardı, benim küçüğüm Ahmet. Ahmet de üç yaşlarında öldü. Bense nedense kaldım işte öyle. Çocukluğumda çok sıtmalı bir bölgeydi Çukurova. Mesela çeltik ekiyorlardı, bir de çok büyük bataklıklar vardı, 16-17 tane ayrı bataklık vardı. Beşer onar bin dönümlük arazilere çeltik ekiliyordu, haliyle hep sivrisinek ürüyordu. Böyle olunca sıtma da bitmiyordu. Adını anmazsam olmaz bir Doktor Seyfettin bey vardı, gitmediği köy mezra kalmazdı, çok mücadele etti, sonunda çeltiği de yasaklattı, bölgede sıtmayı bitirdi diyebilirim ama benim kardeşlerim ölmüştü, ben de sıtma oluyordum arada, bütün köylüler gibi. Sonra yaylaya gitmeye başlayınca öyle kurtardık. Yıllar geçti yazdık anlattık, bir gün Amerika’da bir konferansa katıldım, ben Edebiyatla katılmıştım konferansa, yazılarımı okudum, sonra bir tanesi kalktı bana döndü ve -siz ömrünüz boyunca Çukurova’yı mı yazacaksınız dedi. Ben de kendisine dönüp; ‘kendi Çukurova’sını yazmayan hiçbir yazar yoktur, sayayım istersen, Tolstoy, Dostoyevski, Balzac, Stendhal, Kafka… Bunların hepsi kendi coğrafyalarının kendi Çukurova’larını yazdılar’ diyince ben, adam sustu kaldı.”
İyi ki yaşamış yaşarken ben de çok genç yaşlarımdayken de olsa iyi ki tanımışım dediğim nadir insanlardan bir tanesi, hatta başlıcalarındandır Yaşar Kemal. Belki ondandır zaten insana, iyiye, güzele, iyi hissetmeye dair ortak bir düzlemde tüm konular ve karmaşıklıklar bir araya toplanınca dökülür yüreğimdeki ustaya karşı olan sevgim dilimden. Ustanın yazdıkları ve yaşadıklarını anlatmayı sevişim hep bu sevgimdendir. Belki de benim yalnızlığımın perdesini aralayan o olduğu, bana kendimi bu şekilde iyi hissettirdiği için daha çok dilimdedir, kim bilir. Yaşar Kemal çok haklı, “Allah kimsenin başına vermesin böyle bir yalnızlığı.”
Tek başına olmak iyi de, yalnızlık başa bela. İnsan kendi başına kalınca karşılaştığı zaten yüzlerce ayrı sıkıntı varken, bir de diğer insanlar gelip burunlarını sokarlar senin yalnızlığına. Gençken sorarlar bir derdin mi var, neden yalnızsın, büyürsün akranların evlenir, sen tercihen evlenmezsin bekarsan yine sorarlar, hele ki kadınsan daha çok sorarlar, çünkü birilerine göre kadın zaten tek başına olamaz(!), olmamalıdır(!) Sonra ömrün varsa, yalnızlıkla geçen bir dolu sene yaşarsın, yaşlar alır yaşlanırsın yine sorarlar, seninle bir araya gelir, kendi emeklilik kutlamalarını, çocuklarıyla tatil ve bayram günü anılarını anlatır, torunlarının fotoğraflarını burnuna burnuna sokarlar. Tüm bunların hepsi benim bakış açımla, zaten aylar yıllar önce ölmüş bir mevtaya tekrar tekrar kurşun sıkmaktan aşağı kalır aşağılıklar değildir. Bir çocuğun üzerinde yepyeni elbiseleri varken, bilinçli bilinçsiz bakışlarlıyla durumu bozuk olduğu üstündeki eskilerinden belli olan diğer bir çocuğu 10 saniyeden fazla hakir görürcesine süzmesi, savaşta savunmasız ve silahsız kalmış insanların üstüne tankla tüfekle gitmekten farksızdır benim için. Ama tüm bunlar yani olanın olmayana borcu olduğu, en azından bir saygı duyma, içten bir empati yapması gerektiğini bilen insan sayısı dar basamaklı sayılarla ifade edilecek kadar kadar az, nerdeyse yok denecek kadar hiç olan berbat zamanlardan geçiyoruz. Bundan sonra da iyiye gitmez Dünya, fakat belki daha sakin ve etrafındaki her şeyi daha doğru hisseden, kendisine ve başkalarına öz saygıyla bakan insanların sayısı belki artarsa, Dünyanın kötüye gitme hızı yavaşlar ve insan erozyonuna tanık oluşumuzun torku düşer ve bu sayede ince düşünen, Fuzuli’nin “karıncanın bile deme, çünkü bileden incidir karınca” dediği yerdeki hassasiyeti idrak eden, sen ve ben gibiler olarak bizler, bu vefadan ve anlayıştan yoksun Dünyada yaşarken daha az hırpalanırız.
Farkında mısın sözün başından beri lafı dolaştırıyorum, yalnızlıktan bahsedeceğim ama topu bir Edebiyat koridorlarına, bir anlayışsız, nezaketsiz insanlara atıp duruyorum. Çünkü yalnızlık kavramı insanın kendi üstünden anlattığında içinden çıkması, merhalesi kısa bir konu değil ne yazıkki. İnsanın kendisine dair eksik yada yoksun olduğu hususları bilmemesi mümkün değildir ama bu bildiği gerçekleri kabul etmesi, işte bu çok kolay değil. Çünkü kabullenmek ve bilmek apayrı durumlar. Kişisel olarak sonucunu değiştiremeyeceğim hiçbir konu üzerine konuşmak şöyle dursun, düşünmeyi bile kendime zül addederim. Şimdi aranızdan birilerinin şunları söyleyebileceğine de ihtimal veriyorum; fazla edebi, bazen Osmanlıca bazen de Latince kelimeler ve terimler eşliğinde, konuları pasajlar içinde kalabalık anlatan bir konuşma-yazma dilinine sahibim, bu yönde bir tespitiniz varsa doğru ve yerinde olur. Ve bundan ötürü “ama hocam böyle karışıyor, biraz daha günlük konuşma diliyle anlatsanız olmaz mı” diyenler muhakkak olacaktır. Onlara peşin peşin diyeyim ki, ne birkaç satır sonra, ne de nasipse yeni bir kitapta sizin o alıştığınız, çok anlaşılır dediğiniz kısa kestirme bir dili kullanarak insanlarla hiçbir zaman iletişim kurmayacağım. Benden ötürü değil, muhattabım olan hiçbir insan bunu hak etmediğinden ötürü öyle konuşmayacağım. Adına günlük konuşma dili denilen, cafede, caddede, bugün ortalama 18-28 yaş arası birçok insan için adı “ortam” olan her yerde konuşulan dil size çok mu matah geliyor gerçekten? Bunu söyledim diye bana dönüp “biz böyle anlaşıyoruz, sen de karşımızda durum boomer ağızla konuşma mı” diyeceksiniz. Hay hay, ben susayım, benim gibi düşünen, yazan çizen herkes sussun ve siz sizin onayladığınız düşünme ve düşünceyi iletme dili ile yine sizin deyiminizle “vibe” alacağınız insanları sezerek ve dilinizi koy vererek konuşun birbirinizle olur mu? Bence mahsuru yok, ben kalan ömürümü alıştığım gibi sürdürerek yaşar ve geçer giderim bu alemden. Ama siz kendi akranlarınızla benden daha uzun yolculuklar yapacaksınız, madem güzel güzel de anlaşıyorsunuz ne âlâ :) Yok yok pek öyle âlâ değil, zaten öyle olmadığını mutsuzluk girdabında boğulan halleri, hayata karşı ben de varım demek yerine kendisini çeşitli bağımlılıkların kollarına bırakacak kadar korkak oluşları, toplum üzerindeki hatırlanma hafızası maksimum 1 hafta bile olmayan sosyal mecralardan oturduğu yerden söylenmeleri, ellerine 2 uçak bileti ve barınacak bir yer tesis edilirse koşa koşa soluğu dış hatlarda almaya gönüllü oluşlarıyla ne kadar da silik, kokmaz bulaşmaz insanlar olduklarını her yerlerinden belli edenlerin susarken bile ağlayan yüzleri bana açık açık söylüyor tüm gerçekleri. Hem de o adına “ortam” dedikleri eğlence mekanlarında bulunup eğlenmenin hakkını vermek yerine, taşıdığı bireysel gelecek kaygısının beyninde sirenler öttürmesini susturamadığı için karşımda dururlarken far görmüş tavşan misali şaşkın halleri yüzüme yüzüme bağırıyor durumun vahimliğini. Üzülüyor musun dersen, evet üzülüyorum, hem vallahi hem billahi çok üzülüyorum ama insanlar kendi durumuna, kendisi seyirci kalmaya razılarsa, söylenmeyi bırakıp kendisini söyleyen, hakkını arayan, kendisi bedel ödeyen ve arkasından gelecek nesiller için fedakarlık yapanlar olmaya iştahı olmayana ben yada bir başkası ne yapsın ki kuru kuru üzülmekten başka? Şimdi bahsettiğim bu genç kuşaktan birileri çıkıp “iyi de ben bu hayata bedel ödemeye mi geldim” derse, güzel söylüyorsun, peki sence ben bu Dünya’ya insanlara sadece daha iyi hissetmeleri için ne yapmaları gerektiğini anlatmaya mı geldim der ve geçerim. Bugün herhangi bir insan, havanın çok sıcak ve güneşin en yakıcı olduğu bir saatte kendisini daha rahat hissetmek için gölge bir alan arar değil mi? Peki diyelim ki bu gölgeyi sağlayacak olan yer 150 yaşında bir ağacın gövdesinin, dallarının altı olsun. O ağacı oraya diken her kim yada kimlerse, ağacın büyüyüp kendilerine gölge yapacak kocaman ağaçlar haline gemesine ömürlerinin yetmeyenini bilemeyecek kadar ahmaklar mıydı sizce? Yoksa kendileri göremeyecekleri zamanlar için sırf “insanca yaşamak” kavramının içini mi dolduruyorlardı bu bilinçli davranışlarıyla? Eğer özellikle genç kuşaktan arkadaşların da yanıtı ikincisi yani insanca yaşamak kavramının içini doldurmaksa şimdi sizin bu eylemsiz eylemleriniz ne perhiz ne lahana turşusudur demezler mi? Bu noktadan sonrasına ben karışmamayı tercih ediyorum, sözlerimdeki ince mesajı alan alır üzerine, almayan geçer yanından sözlerimin görmezden gelir, gider kendi yoluna ve kendi tercihlerinde doğacak sonuçlar yaşar. Taaa ki gidilen yol kendilerini ağaçsız çiçeksiz çorak bir araziye çıkarıp, gökteki güneş yeniden canlarını yakana dek.
Bakın gördünüz mü nasıl evirdim çevirdim sözlerimi de, yine yalnızlıktan, yalnızlığın ne menem ne illet bir durum olduğundan bahsetmedim, konuyu geçiştirdim. Şimdi varın siz düşünün benim gibi “her şeye bir cevabınız var mı sizin” diyene “hiç olmaz mı, hem de kaç türlüsü var” diyebilecek bir lafazan, sözbaz bir belagatçinin, bendenizin dahi adını anmaktan köşe bucak kaçtığı, uzak durduğu, insanı gerim gerim geren, alacağı yaşlar boyu üzen, yazıldığında bile ortalık yerde duran hissiyatı çok beter olan yalnızlık, yaşanıldığında ne büyük acılar verir insana. İyisi mi biz yine yalnızlığın edebiyatını yapmış olarak, kendimizi az düşündürüp biraz tebessüm ettirmiş olarak kalalım ve buna yine başka bir güzel Edebiyatçının başına gelmiş başka bir hadise vesile olsun;
R 'leri söyleyemeyen şair Özdemir Asaf bir gün Bakırköy’den Karaköy'e gitmek için taksiye biner.

Taksici R'eri söyleyemeyen biridir. 'Buyyun neyeye? 'der Asaf’a. Asaf Karaköy dese taksicinin kendisiyle alay ettiğini sanıp üzülebileceğini düşünür ve 'Eminönü’ne gidelim’ der. Taksiden Eminönü’nde indikten sonra Karaköy'e gitmek için, Galata Köprüsü'nü yürüyerek geçmek zorunda kalır. Ah ah, Galilei, Kopernik ve Foucault gibi değerli üstatlar ve bilim insanları hiç bozulmasınlar ama Dünya onların tespit ettiği gibi sadece bilimsel gerekçelerle değil, bence daha çok böyle iyi insanların yüzü suyu hürmetine, onların inceliği ve iyi kalpleriyle ‘manalar’ sayesinde dönüyor. Bizler ise kendi kurguladığımız küçük dünyalarımızda kendi uydurduğumuz saçmalıklar altında boğulmaya manasızca devam ediyoruz…
Madem buraya kadar konumuz hep yalnızlıktı, Asaf’ın yalnızlıktan bahsettiği, buraya tam oturan o gerçek sözleriyle bağlayalım;
Yalnızlık, yaşamda bir an,
hep yeniden başlayan…
Dışından anlaşılmaz.
Ya da kocaman bir yalan,
kovdukça kovalayan…
Paylaşılmaz.
Bir düşün’de beni sana ayıran
yalnızlık paylaşılmaz,
paylaşılsa yalnızlık olmaz.
Comments